20 Ocak 2011 Perşembe

ROMAN NEDİR?




TARİHÇE
Edebiyatı genel olarak şiir, tahkiye ve fikir yazıları olarak üç türe ayıracak olursak roman, bunların içinde şimdilerde anlatı denilen tahkiye türü içinde yer almaktadır. Masal, hikâye, mesnevî, fabl da tahkiyeye dayalı diğer türlerdir. Romanı bunlardan ayıran özelliğine gelince, ancak 18 ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkmasından kaynaklanan yeniliği ve toplumdan-tabiattan çok ferdin iç dünyasının tasvirine dayanma özelliğidir. Destanın modern bir biçimi olarak adlandırılsa da, kaynak olarak masallardan, eski doğu hikâyelerinden yararlansa da roman modern bir türdür ve ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştır. 16. Yüzyılda Latinceye karşılık bozulmuş bir halk dili manasında Romalı dili (lingua romana) ve bu dilde hikâye anlatılan eserlere Romans denilmekteydi. Romanın etimolojik olarak bu kelimeye dayandığı kabul edilmektedir.
Şükrü Karaca, romanın modern felsefenin bir ürünü olduğunu anlatır. Romanın altın çağını yaşadığı 19. Yüzyılın pozitivizmin hâkimiyetinin zirvede olduğu, dini hakikatin, metafiziğin ve hikmetin geri çekildiği bir zaman dilimi olduğundan hareketle kutsal metinler ve onlardan beslenen kıssa, mesnevi, destan, masal ve mitoloji gibi türlerin yerine romanın oturduğunu anlatır. Aynı vetirenin bizde Tanzimat’la birlikte yaşandığını anlatır. Berna Moran da aynı düşüncededir: “…roman 19. yüzyılın sonlarına kadar burjuva sınıfının özlemlerini, kaygılarını, umutlarını savunduğu ahlakı ve değerleri dile getiren bir edebiyat türü olarak devam etti. Bize ise roman, özümseyemediğimiz Batı hayat tarzının bir parçası olarak geldi.”
Edebiyat dünyasında ilk romanın Avrupa’da 1605 tarihli basımları okunan İspanyol Cervantes’in Don Quijote’u olduğu kabul edilmektedir. Milan Kundera’ya göre romancılar
Cervantes zamanında serüvenin mahiyetini sorgulamış,
Balzac’la insanın tarihle olan derin bağlarını keşfetmiş,
Flaubert’la günlük hayatın o güne kadar bilinmeyen yönlerini araştırmış,
Tolstoy’la insanın karar ve davranışlarında akıldışının tesirini araştırmış,
Marcel Proust’la yakalanamayan geçmiş zamanı,
James Joyce’la yakalanamayan şimdiki anı,
Thomas Mann’la uzak çağlardan günümüze gelen mitlerin hayatı yönlendiren rolünü araştırmışlardır.
Günümüze gelindiğinde romanın çok popüler hale geldiği ve hemen hemen her temayı, çok farklı tekniklerle ele alan bir tür olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Bu konuda çok farklı sınıflandırmalar yapmak mümkündür. Yazıldığı dönem, hitap ettiği yaş grubu, tekniği ve temalarına göre birçok roman türü bulunmaktadır. Modern, post modern olduğu gibi, felsefi, tarihi, fantastik roman da vardır. Biyografik roman, köy romanı olarak adlandırma yapılabileceği gibi kısa roman, çocuk romanı, tezli roman, şuur akışı romanı, psikolojik roman olarak da sınıflara ayırma yapılabilmektedir.

ROMANIN YAPISI
Biyografi gibi gerçek hayata uygun yönler taşıyanları varsa da, her şeyden önce roman fiktif/kurmaca bir eserdir. Akşit Göktürk’e göre bütün metinler gerçek hayatla doğrudan alakalı olanlar ve olmayanlar (pragmatik-fiktif) olarak ikiye ayrılabilir. Birinci tür metinlerde durumun tasviri öne çıkar, diğerlerinde yazan ile okuyan arasında metinin hayalî olduğuna dayalı gizli bir anlaşma vardır. Birinci türün hayatın gerçeklerine uyması beklenirken ikinci tür metinin kendi içinde tutarlı olması beklenmektedir. Romanda da durum böyle olmasına rağmen okuyucu romana bilgi kaynağı olarak başvurabilmekte, belki de farkına varmadan empoze edilen bilgi ve dünya görüşünü kabullenebilmektedir. Bu özelliklerinden dolayı bir araştırmacı romanı bir sihirbazlık olarak niteler: Roman adeta bir illüzyondur, gerçeği çok boyutlu olarak gösteren, değiştiren, okuru kendi içine hapseden bir illüzyon…  Umberto Eco aynı konuya parmak basmıştır: “Tahkiye eserde kural şudur: Okur ile yazar arasında sessiz bir kurmaca anlaşması vardır. Okur kendisine anlatılanın hayal ürünü bir hikâye olduğunu bilmeli fakat bu yazarın söylediğini düşünmesini gerektirmez. Yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar, okur da onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranır.” Buna rağmen okur roman karakterleriyle özdeşleşmekten kaçınmaz. Onlarla birlikte sevinir, üzülür, onlar gibi düşünür hatta inanabilir. Forster’in deyişiyle roman yazarının bazı gerçekleri değiştirdiği, bozduğu, yumuşattığı, sakladığı ve abarttığı da bir vakıadır.

YAZARIN NİYETİ/TEZİ
Her davranışın altında insanın bir niyeti olduğu gibi her edebi eserde de niyet aranmalıdır. Her yazar mutlaka bir niyetle yola çıkar. İster mutlu olmak, ister sevilip beğenilmek gibi psikolojik sebepler, ister kendi düşüncesini yaymak gibi ideolojik sebeplerle olsun her yazar yazma denilen zor işin altına girer. Kendine göre mutlaka bir gerekçesi vardır onun. Yazar demek istediklerini eksiksiz ve yanlışsız verebilmek için gerekli vasıtaları arar. Kendisine bir hadiseler zinciri, bu hadiseleri yaşayacak olan kişiler ve bu hadiselerin geçtiği zamanı ve mekânı seçer. Bunların bir araya gelmesiyle romanın konusu belirlenir. Yazar söylemek istediklerini söyleyebilecek bir karakter seçer. Bu başkarakter olabileceği gibi başka ikinci bir karakter de seçilmiş olabilir. Her roman genellikle eleştirmenler tarafından otobiyografik kabul edilmiştir, çünkü her yazar ancak kendi hayat tecrübesinden yola çıkarak metin üretebilir. Huzur romanındaki başkarakterlerden Mümtaz’ın hep Ahmet Hamdi Tanpınar olduğu söylenir eleştirmenlerce. Bilinçli bir roman okuyucusu yazarın niyetini keşfedip, onun ideolojik propagandasına aldanmamak olmalıdır.
Fakat her roman okuru yazarın gizli niyetini anlayamaz. Sadece roman kendi içinde tutarlı mı değil mi seviyesinden öteye geçemez. Roman için de aynı soruyu sorabiliriz. Niçin roman okunmakta ve yazılmaktadır? Umberto Eco’ya göre insanoğlu fiktif/kurmaca eserlerde hayata mânâ kazandıracak formülü aramaktadır. İnsan hayatı boyunca neden dünyaya geldiğini ve yaşadığını söyleyecek bir ilk hikâye arayışı içindedir. Bazen kâinatın, bazen de kendi ferdî hikâyesini aramaktadır insan. Bazen de bu iki hikâyeyi mezcetmeyi ümid eder. Yine O’na göre nasıl ki çocuklar oyun oynayarak taklit vasıtasıyla hayatı öğreniyorsa yetişkinler de günün ve geçmişin tecrübelerine bir mânâ verme kabiliyetini kazanmaktadırlar. Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki günümüzde romana geçmiş dönemlere göre daha değişik fonksiyonlar yüklenmektedir. Hatta kutsal kitapların, felsefenin, yeri geldiğinde psikolojinin fonksiyonları…

KARAKTER
Eserde yer alan hayâlî kişiye karakter diyoruz. Her yazar karakterini kendi dünya görüşüne ve hayat anlayışına göre bir takım sosyal, kültürel ve psikolojik özelliklerle donatır. Durali Yılmaz’a göre, romancının yaptığı insanın iç dünyasını gözler önüne sererek, insana dair duyguları ete kemiğe bürünmüş birer kahraman olarak okurun karşısına dikmektir. Her insanda bulunması muhtemel duyguları müşahhas hale getirmektir. Foster’a göre romancı ile malzemesi arasında çok yakın alaka mevcuttur. O, aşağı yukarı kendini anlatan bir takım söz öbeği uydurur. Bunlara kadın-erkek isimleri verir, gerçeğe benzer davranış biçimleri yakıştırır, onları diyaloglarla konuşturur. Tutarlı davranmalarını sağlar. İşte bu söz öbekleri yazarın karakterleridir ve bu kişilerin temel vasıfları onun kendisi ve diğer insanlar hakkındaki sahip olduğu bilgilerle sınırlıdır.
Karakter ortaya çıkarmanın ilk yolu isimlendirmektir. Gerçek hayatta karakterler tasviri belirlerken, romanda hayale dayalı tasvir karakteri ortaya çıkarır.
Romanda başkarakterin görevi hadiseyi sürüklemektir. O roman boyunca belli gayeye ulaşmak veya bir ideali gerçekleştirmek ister. Bir de zıt kahraman vardır ki genellikle yazarlar başkarakter ile zıddı arasında bir gerilim kurup, çatışma duygusunu harekete geçirmek isterler. Çatışma kişiler arasında olabileceği, karakterin kendi iç dünyasında da kurulabilir. Çatışmayı doğuracak sebepler arasında sistem, dünyanın gidişatı da seçilebilir.
Romanlarda kişilik yapısı değişen ve değişmeyen karakterler olduğu gibi, başkarakterin çevresinde yardımcı rolde olanlar da olabilir.
Karakterlerin herkes tarafından kabul edilmiş belli isim ve özellikleri olanlarına tip adı verilir. Donkişot, Raskolnikof, Karamazov belirli roman tipleridir. Bazı yazarlara göre ise de her karakter aynı zamanda bir tip manasında ele alınması gerektiğini ileri sürerler.

ZAMAN
Romanda zaman gerçek hayatta olduğu gibi kesintisiz olarak verilemez. Ancak anlatmaya değer zaman dilimleri seçilir ve anlatılır. Yazar, olayı anlatıcıya geriye dönüşler, ileri fırlayışlar yaptırabilir. Aynı zaman dilimini değişik gözlerden tekrarlattırabilir. Özellikle geriye dönüşlerin gerilim meydana getirmede önemli olduğu tespit edilmiştir. Okuyucu karakterin daha önceki yaşantıları hakkında da bilgi sahibi olur.
Seçilen zaman kipinden anlatıcının hadiseye yakınlığı da ölçülebilir. Gitmiştim, gidiyordum, gidiyorum örneklerinde olduğu gibi.
Romanda hadisenin süresi daraltılıp genişletilebilir. Bazen yazar özet yapmakla yetinebildiği gibi bazen en ince ayrıntıya kadar girip kısa bir süreyi uzun anlatabilir.
Yazarın düşüncelerini aktardığı ya da tasvirlerine yer verilen bölümlerde zamanda duraklama meydana gelir. Bir olay veya konuşmanın tamamı yerine bir özeti verilebilir. Bazen de ertesi gün, aylar sonra, ertesi hafta gibi geçişlerle zamanda atlama yapılıp olaylar hızlandırılabilir. Tekdüzeliği aşmada zamanın büzülüp genişlemesi ustaca kullanılabilir.

MEKÂN
Romanda karakterlerin yaşadığı yerler mekân olarak adlandırılır. Atmosfer meydana getirmede, toplumu aksettirmede, gerçeklik hissini uyarmada mekânın rolü büyüktür. Mekânın bir toplumun, bir dönemin yaşayış tarzı ve alışkanlıkları aksettirilebilir. Mesela bir kişinin evini anlatırken onun karakterini de anlatmayı başarabilirsiniz. Deniz kır gibi açık mekânlar kullanılabileceği gibi hastane, konak gibi kapalı mekânlar da kullanılabilir. Mekân kişilerden kopuk olmamalıdır, hadise ve karakterlerle bütünlemiş olmalıdır. Bir roman tekniği olarak çevrenin tasvir edilmesinden kişilerin içinde bulunduğu psikolojik duruma işaret etmek gayesi güdülür. Sinemada film başlanıcındaki müziğin fonksiyonu ile eşdeğer olduğu söylenir. Kişilerin ve eşyaların yerleştirilmeleri, birbirlerine göre pozisyonları uzam olarak adlandırılmıştır.

TASVİR
Tasvir, somutlaştırmak, hissedilir ve görünür hale getirmenin diğer bir adıdır. Kişiler, eşya ve tabiat tasvir ile okuyucunun hayalinde net imajlar uyaracak şekilde ayrıntılandırılarak anlatılır. Kişiler genellikle üç türlü tasvir edilir. Fiziki görünüşü ile içinde bulunduğu toplum içindeki yerine göre ve iç dünyasına inilerek yapılan psikolojik tasvir. Psikolojik tasvirin eskiye göre önemi daha da artmıştır. Tasvirde uzaktan başlayıp yakına doğru gitmek mümkündür. Çağrışım gücü olan kelimeler seçilmelidir. Sıfat ve zarfların çok kullandığı kısımlardır. Çok da aşırı kullanılmamalıdır. Tasvirde eşyalara şahsiyet giydirmenin faydası çoktur. Yapılan tasvirlerin sıkıcı olmaması için herkesin bildiği şeyleri tekrarlamaktan kaçınılmalıdır. Eşya ve kişilere değişik açılardan bakmaya çalışılmalıdır. Tasvir konusunda romancı karikatüriste benzer. İnsanların çarpıcı özellikleri tespit edilerek bunlar kelimelere çevrilir.
Tasvirle romanın ilerleyen sayfalarında geçebilecek bazı olaylar sezdirilebilir, geçmişteki olayların hatırlanması sağlanabilir. Okuyucuda estetik bir haz uyarabilmek için şiiriyet taşıyan tasvirler yapılabilir. Okurda değişik ruh halleri uyarılabilir.
İyi bir tasvir bütün duygular hesaba katılarak yapılabilir. Bir ormanı sadece görmeyiz, onun içindeki uğultuları duyabilir, kokusunu alabilir, ona mehip ve ulu bir şahsiyet giydirebiliriz. Tasvirle unutulmaz karakterler meydana getirebiliriz.
Aslında zaman, mekân, karakter ve tasvir unsurları birbiriyle ayrılamaz şeylerdir. Bu dört unsurun her birinin başarısı aynı zamanda diğer üç unsurun da başarısına ve onların birlikte kullanılışına bağlıdır. Bunların bir terkibidir. Bu yüzden zor bir sanat dalı olup, hayal gücü, teknik bilgisi, kelime kullanışı gibi kabiliyetler gerektiren bir yapıdadır.

OLAY ÖRGÜSÜ
Hadisenin belli bir düzen içinde okura aktarılmasına, tahkiye şekline olay örgüsü denir. Makul bir olay örgüsünde hadiseler birbirine belli sebepler zinciriyle bağlanmış olmalıdır. Forster bunu anlatmak için; “kral öldü, kraliçe öldü” derseniz masal olur. Ama “kral öldü, kederinden kraliçe de öldü” derseniz bu olay örgüsü olur, der.
Geleneksel romanda giriş-izah bölümüyle başlar. Burada olayın geçtiği yer anlatılır ve karakterler tanıtılır. Burada bir gerilim başlatılır. Gerilim, neticeyi etkileyecek bir düğüm noktasına ulaştırılır. Bundan sonra olaylar yavaş yavaş çözülmeye başlar ve hareket yavaşlar. Günümüzde bu klasik sırlamadan geri dönüş, mektup gibi değişik birçok metod geliştirilmiştir.
Romanda anlatılan hadise insanların merak duygusuna, olayın örgülenmesi ise zekâya seslenir.
Olay örgüsünün en önemli prensibi mantık kuralları içinde olayların birbirine bağlanması gereğidir.

KAYNAKLAR
Mutluay, Rauf. 100 Soruda Edebiyat Bilgileri, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1979
Wellek, R. Warren, A., Yazın Kuramı, Çevirenler: Yurdanur Salman-Suat Karantay, Adam Yayınları, İstanbul 2001
 Naci, Fethi. Yüz Yılın 1000 Romanı, Adam Yayınları, İstanbul 2000
Hece Dergisi Türk Romanı Özel Sayısı, Mayıs Haziran Temmuz 2002
Karaca, Şükrü. “1970’ten Günümüze Roman”, Türk Edebiyatı, sayı:401, Mart 2007
Moran, Berna. Edebiyat Üzerine Makaleler Röportajlar, İletişim Yayınevi, İstanbul, 2004



3 Aralık 2010 Cuma

KUR’AN KISSALARINDAKİ BÜYÜK HAKİKATLAR



Kıssa Kelimesi
Arapça'da, “k-s-s” kök harflerinden türeyen tekili “kıss”, çoğulu “kasas” olan kıssa kelimesi “hikâye, haber, cümle, söz parçası, vak'a, durum ve mevzu” gibi anlamlara gelmektedir.[1] Kur’an’da en çok  “birisine bir haber veya sözü beyan edip bildirmek”[2]manasında kullanılmıştır.
Bir Kur’an terimi olarak manası “yalan ihtimali ve hayalin karışması mümkün olmayacak bir tarzda tarihin derinliklerinde kaybolmuş, unutulmuş veya bazı izleri insanlığın hafızasında varlığını koruyabilmiş hâdiselerin, muhataplara, âdeta olaylara yeniden bir canlılık vererek anlatılması, beyan edilmesidir.”[3] Başka bir tarifle kıssa  “hayalden herhangi bir şeyin karışmadığı, geçmişte vuku bulmayan şeylerin de asla giremediği tarihi haberler ve olaylardır. Bununla beraber Kur’an kıssaları hem değişmeyen mutlak hakikatler üzerine bina edilmiş, hem de muhatabı yönlendirme ve teşvik gibi unsurları da başka kıssalarda bulunmayan bir tarzda ihtiva etmiştir.”[4]

Konular
Kıssalarda anlatılan hadiseler kısaca şöyle özetlenmiştir: Hz. Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişi esnasında İblisle olan kıssası; Hz. İdris'in yüce bir mevkisinin oluşu; Nuh tufanı; Ad kavminin iki kıssası; Semud kavmi ve deve kıssası; Hz. Yunus'un kıssası; Hz. Şuayb'ın Eyke ve Medyen'lilerle olan kıssası; Hz. Lut ve kavminin kıssası; Tübba'ın kavmi; Ress halkı; Hz. İbrahim ve Nemrud kıssası, oğlu İsmail'i annesiyle Mekke'ye götürmesi, Kabe'nin inşası ve oğlunu kurban kıssası; Hz.Yusuf ve kardeşlerinin kıssası; Hz. Musa'nın doğumu, nehre atılışı, kıbtî'yi öldürmesi, Medyen'e girişi, Hz. Şuayb'ın kızıyla evlenmesi, Tur'da Allah'la konuşması, Firavun'a gidişi, Mısır'dan çıkışı, düşmanı boğuşu, kavminin buzağıya tapması, Bakara ve Salih kulla (Hızır) olan kıssası, zalimlerle savaşı; Tâlut ve Hz. Davud'un Câlut'la kıssası; Hz. Süleyman ve Sebe' Melikesinin kıssası; Tâundan kaçıp ölenlerin tekrar dirilmeleri kıssası; Zülkarneyn kıssası, Doğuya batıya gidişi, seddi yapışı; Hz. Eyyüp kıssası; Zülkifl kıssası; Hz. İlyas kıssası; Hz. Meryem ve O'nun adak olması, Hz. İsa'nın doğumu, risâleti, göğe çekilişi; Hz. Zekeriyya ve oğlu Yahya'nın kıssası; Ashab-ı Kehf kıssası; Buht-u Nasr kıssası; biri cennetlik olan iki kişinin kıssası; Âl-i Yâsinden inanan kişinin kıssası; Fil olayı…”[5]

Gaye ve Maksat
Kur’an’da büyük yer tutan kıssaların gayeleri bizzat Kur’an’ın nüzul maksatları ile aynıdır. Zuhayli’ye göre kıssalar, Hz. Âdem'den günümüze, insan hayatındaki doğruları ve yanlışları algılama imkânı verir, inananları müjdeleme, inanmayanları uyarma, kendilerini bekleyen sonucu haber verme, terbiye etme, güzel ahlakı tanıma, akide ve ibadetlerin esasını ifade etme açısından çok önemlidir.[6]
Kur’an’ı okuyan müminler kıssalar vasıtasıyla ruhlarını terbiye eder, maddi terakkide olarak sebeplere riayet etmenin önemini kavrar, milletlerin hayatında “sünnetullah”ın önemli yer tuttuğunu öğrenirler.[7]
Tefsir âlimi Suat Yıldırım kıssaların gayeleri konusunda orijinal bilgiler vererek şu maddeler altında incelemiştir:
1- Hz. Muhammed Aleyhisselatuvesselamın nübüvvetini ispat etmek.
2- Bütün peygamberlerin İslâm'ı tebliğ ettiklerini göstermek.
3- Muhatapların ders almalarını sağlamak.
4- Allah'ın, nebilerine ve seçkin kullarına ihsan etmiş olduğu nimetleri haber verip hatırlatmak
5- Şeytanın aldatmalarına karşı beşeri ikaz etmek.
6- Münferit meselelerin arkasındaki genel prensipleri ortaya koymak.
Ayrıca Yıldırım’a göre kıssalar Efendimizin ve müminlerin kalplerini takviye ederler. Tebliğ külfetinde karşılaştıktan meşakkatlere sabır ve hizmette sebat etmelerini kolaylaştırırlar.[8]

İbret
İbret kıssaların gayeleri arasında en önemlilerindendir. Kelime “fiil olarak ('abera) ‘bir halden diğer bir hale geçti, yürüyerek geçip gitti’ manasında kullanılır.  Mastar olarak (abur ve ibret) kullanıldığında ise, 'gerek yüzerek, gerekse gemi, hayvan veya köprü üzerinden, her ne suretle olursa olsun, suyu ya da dereyi geçmek gibi manalara gelir.[9] Terim manası  “gözle şahit olanı bilmekten görülmeyeni bilmeye vesile olan durum” demektir.[10]
Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’a göre kıssalar ibret nazarıyla okunursa “alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhamı vermeyecektir. Önceki kavimlerini bütün masalları, eski eserleri, kaleme alınan kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş olsa bunların ihtiva ettikleri bozukluklar ve hurafeler bir araya getirilerek insanlık hayatının başlangıç ve sonucu bakımından ifade edecekleri sabit hakikatlerin, Kur'ân'ın söz konusu bu kıssalarında özetle işaret edilen esasların hududunu aşamadıkları görülür.”[11]
Külli Düsturlar
Muhterem Suat Yıldırım’ın altıncı maddede bahsettiği “genel prensipler” Risale-i Nur’da “küllî düstur” tabiri ila anlatılmaktadır. Başka kaynaklarda olduğunu zannetmediğimiz bu yorum Nurlarda bulunan orijinal tespitlerdendir. Üstad Hazretleri kıssalarda yer alan bazı küçük hadiselerin tarih içinde daha büyük ve genel prensiplere işaret ettiğini söylemektedir. Ona göre Bakara Suresi’nde yer alan “ “ ayeti (2/31) Hazreti Adem Aleyhisselama “isimlerin öğretilmesi” hadisesi bilimsel bilgiden Allah’ın sıfat ve isimlerine kadar bütün bilgi çeşitlerinin öğretilmesine işaret eder. İnsan bu “ilim” özellikle de Marifetullah sayesinde meleklere ve bütün varlıklara karşı bir üstünlük kazanacak mahiyette yaratılmıştır. Bu niteliğiyle insan iç ve dış duyguları ve vicdan genişliği ile kainatı kuşatacak bir kabiliyettedir.[12]
Yine Kuran’da İsrailoğullarının taptığı ineğin kesilmesi hadisesinin bütün insanların içinde böyle bir eğilimin olduğu, bu eğilimin ise peygamberlerin gönderilişi ile sona erdirildiği hakikatine işaret edilmektedir.[13]
Yine mısır kralının yardımcısına kendisine bir kule yapmasını emretmesi, o kuleye çıkarak bir yaratıcının olup olmadığına bakmak istemesi ve orada da aslında olmadığını ima etmesi hadisesi firavun gibi enaniyeti çok şişmiş yöneticilerin psikolojik hallerini işaret etmektedir. Her çağda firavunların yüksek binalarda oturmak, yüksek kabirler yaptırmak, sihre inanmak gibi özelliklerinin olduğu hakikati anlatılmaktadır.[14]
Kıssaların en küçük parçalarındaki bu büyük hakikatlere bakarak genel manada kıssaların bir çok tarihi, sosyolojik ve psikolojik prensiplere ulaşmada yol gösterici olduğu söylenebilir. Kıssalar bu gözle okunursa çeşitli ilimlere altyapı olabilecek bir çok donelerin elde edilmesi mümkün olabilir.


[1] Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem İbn Manzur, Lisanü'l-Arab, I-XV, Beyrut, 1955, s. 7/74; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, I-V, İstanbul, 1305, s. 2/1206’dan Abdullah Acar, Bir İctihad Kaynağı Olarak Kur'an Kıssaları, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı İslam Hukuku Bilim Dalı, Doktora Tezi, Konya 2005, s.96
[2] Rağıp el-İsfehanî, el-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an, thk. Muhammed Halil İ’tani, Daru’l-Marife Beyrut, 2005, 405’ten Aylin Dilmen, Yusuf (A.S.) Kıssası'nın Fıkhı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı Tefsir Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Van 2010,s. 5
[3] İdris Şengül, Kur'an Kıssaları Üzerine, Işık Yayınları, İzmir, 1994, s.46
[4] Abdülkerim el-Hatîb, El-Kasasu’l-Kur’ânî fi Mantukıhi ve Mefhumihî , Kahire 1964, s.49’dan İdris Şengül, Age. s.46,47
[5] Suyutî, Celâluddin. El-İtkân fî 'Ulûmi'l- Kur'ân, İstanbul, 1978, (İki Cilt Bir Arada), s. 2/164’ten Abdullah Acar, Agt, s.114
[6] Vehbe Zuhayli, el-Kıssatu'l-Kur'aniyyetü Hidayeten ve Beyânen, Şam, 1992, 6-17’den Aylin Dilmen, Yusuf (A.S.) Kıssası'nın Fıkhı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı Tefsir Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Van 2010 
[7] Bkz. Fazl Hasan Abbas, el- Kasas’ül-Kur’anî, s.13’ten Musa el-Bâsıt, “Kur’an Kıssalarında Nursî’nin Metodu”, Uluslar Arası Bediüzzaman Sempozyumu-4: Kur'an'ı Anlamada Çağdaş Bir Yaklaşım: Risale-i Nur Örneği, Sözler Yayınevi İstanbul 1998, s.
[8] Muhittin Akgül bu maksatları iki maddede özetlemiştir.  1- Bazı geçmiş milletlerin ahvalini ve peygamberlerinin nasihatlerini Ümmet-i Muhammed’e bildirmekle ibrete davet, 2- O kıssadaki iyi olan fiillerin seçilmesini, yok oluş sebepleri olan fiillerden sakınılmasını Ümmet-i Muhammed’e tavsiye… Bkz. Kur'an Kıssalarındaki Hikmetler, Yeni Ümit Dergisi, Yıl:17, Sayı:66, Ekim-Kasım-Aralık 2004, İdris Şengül kıssaların gayelerini şu başlıklar altında inceleyerek genişçe izah eder: İman esaslarını ispat edip açıklamak; Resulullah’a (sav) ve bütün mü’minlere teselli verip gönüllerini pekiştirmek; Her devirdeki peygamberlerin ve tebliğ ettikleri dinlerin birliğini açıklamak; Nefsin terbiyesi; İnsanlığın ilmi gelişmelere teşvik edilmesi… Bkz. İdris Şengül Age. s. 276-338
[9] İbn Manzur , a.g.e, “'a,b,r,” maddesi; Hüseyn b. Muhammed Rağıp el-Isfahanî,  (v. 502/1108), el-Müfredât fî Ğarîbil- Kur'ân, Beyrut, 1966. , Muhammed b. Ali Tehânevî (v.1158/1745), Keşşâfu Istılâhâti'l- Fünûn, “i'tibar maddesi”, I-IV, Beyrut, 1988’den  Abdullah Acar, Agt, s.117
[10] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.5, s.4816’dan Abdullah Acar, Agt, s.118          
[11] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, (Sadeleştirenler: İsmail Karaçam vd.) Azim, İstanbul, c.4,s.77’den Şerife ÖZDEMİR, Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kıssaları Tahlili, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi Sakarya, 2007, s.43
[12] Bkz. Said Nursî, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, 20. Söz, İstanbul-1996, s.98
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Age. s.98
[14] Bediüzzaman Said Nursi, Age. 25. Söz, s.179



9 Kasım 2010 Salı

Niyazî Mısrî Divanında İlahi Aşk


1617 Yılında Malatya’nın Soğanlı kasabasında doğan Mehmed Niyazî Hazretleri Mısır’da ilim tahsil ettiği için Mısrî lakabıyla anılmaktadır. Kendisi Elmalı’da Halvetî Ümmî Sinan’a intisab etmiş ve ondan icazet almış olan bir kalb ehlidir. İkisi Limni Adası olmak üzere dört kere sürgüne gönderilmiştir. 1694 yılında vefat etmiş olan Mısrî’nin Divan-ı İlahiyat[1], Meva’id-ul İrfan, Fatiha Tefsiri, Esma-i Hüsna Şerhi gibi kitaplar kaleme almıştır. Bu makalede onun divanında yer alan Allah aşkı ile mısraları incelenmeye çalışılacaktır.
Niyazî Mısrî’nin divanı Allah aşkı temalı bir şiirle başlar. Mısrî bu şiirinde “Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktidâ” diyerek aşk yoluna girmenin gereğine[2] vurgu yapar. “Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüdâ”  “Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al / Aşkını eyle iki âlemde bana aşinâ” mısralarıyla Allah’a aşkını lütfetmesi için yalvarır. Şiirin son beytinde nefsine seslenerek aşkın yol göstericiliğine dikkat çeker:
Ey Niyazî mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiyâ ve evliyâya aşk oluptur  rehnümâ (klavuz)…” (s.17)
Divanın son şiirlerinde birisinde de aşk yolunun Allah’a ulaştırdığına dikkat çelmiştir Hazreti Mısrî:
“Vasl-ı Hak olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes” (s.242)
Nurlardan öğrendiğimiz kadarıyla biliyoruz ki insanlığın en duru ve saf sevinci Allah aşkı içinde yer alan ruhânî lezzettir. Mevlana, Molla Câmî gibi aşk ehli de melekût âlemine açılan havassı (duyguları) ile bu ruhânî lezzetleri duyup yaşamış aşk kahramanlarıdır. Şiirlerinden anlaşıldığı üzere Niyazî Mısrî de bu aşk kahramanlarından birisidir.
Mısrî fani güzelliklere meftun olanlarla değil Cenab-ı Hakk’ın Cemâl tecellilerine mazhar olanlarla haldaş ve duygudaş olduğunu belirtir:
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz
Vech-i Bâkî hüsnüne hayran olan anlar bizi.”  (s.88)
Ona göre ölümden kurtulup beka bulmak isteyen aşk yolunu seçmelidir ve gönlünü aşk ateşiyle yakmalıdır:
“Ger ölümden kurtulam dersen yürü var âşık ol
Döne döne aşk oduyla cism-ü cânı kıl kebap.” (53)
Varlık kâinatta içkin olan soyut güzelliğin yani Mutlak Cemâl ve hüsnün etrafında dönmektedir. Bu öyle bir güzelliktir ki ay ve güneş dahil olmak üzere yüz binlerce divane aşık onun etrafında pervane gibi dönmektedirler:
Bir yüze dûş oldu (rastladı) gözüm yüz bin gezer divânesi
Olmuş cemâl-i şem’inin ay ile gün pervânesi.”
Mevlânâ’da gördüğümüz ve ölümün şeb-i arus olarak kabul edildiği telakki tarzı Mısrî’nin şiirlerinde de mevcuttur. O da ölümü “yâr ile halvet” olarak nitelendirir. Ona göre ölüm insanın fani varlıklar ile bağını kesen, suretleri ortadan kaldırıp manayı ortaya çıkaran; bunun yüzünden de Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede ile baş başa bırakan bir haldir (halvet):
“Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
Kamu ağyar gider elhamdülillah (…)
Göründü mana yüzünden cemâli
Bozuldu hep suver elhamdülillah”
Ölüm dünyadan bir ayrılmadır fakat aynı zamanda Allah ile visale vesiledir:
 “Ne gam giderse dünyadan Niyazî
Visaline erer elhamdülillah” (s.84,85)


Bütün tasavvufi eserlerde anıldığı üzere aşk insan bedeni üzerinde zayıflatıcı tesirde bulunur fakat ruh ve vicdanın tekamülüne ve genişlemesine vesile olur. Mısrî’ye göre aşk uğradığı yerdeki yapıları yerle bir eder:
“Her kimin şehrine uğradıysa aşkın askeri
Hep imârâtın anın bir demde virân eyledi.” (s.89)
Aşığın şarabı kanayan kalpten akan kandır:
“Hiç yürek kanından özge aşığa yoktur şarab.” (53)
Aşk ateşi âşıkların beden ve benliklerini yakar, kül edip savurur:
“Aşk odu şöyle yakıptır cism-ü cânın anların
Kül edip savurdular cümle vücud harmânını.” (s.109)
Temel eserlerden öğrendiğimiz üzere ene (benlik) insanoğluna kıyas yapıp haddini bilmesi için verilmiş bir emanettir. İnsan yapacağı kıyasla kâinatı, dünya ve içindekileri yaratıp düzene koyan onları her daim canlı tutan ilmi, kudreti, rahmeti, malikiyeti sonsuz Allah (C.C.) karşısında kendi “ene”sinin hiç derecesinde bir varlığa sahip olduğunu anlar. Mevlana gibi aşk yolunda giden Allah dostları benliklerini terk etme ameliyesini aşk vasıtasıyla gerçekleştirirler. Kalplerini Mahbub-u Hakiki Allah’ın aşkıyla doldurup hem benlik sevdasından hem de mecazi sevgililerin sevdasından vazgeçerler. Mısrî’nin mısralarında bu manalar şöyle dillendirilir:
 “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı.” (s.105)
Ot ve dikene benzeyen enaniyet, aşk ateşi ile yakılınca ruhun tenezzühü için geniş bir meydan açılır:
 “Hâr (diken)-u hâşâk (ot)-i enaniyet yanalı aşk ile
Arş-ı kürsîden geniş açıldı meydanım benim.” (s.141)
Varlık terk edilince vicdan daralması ortadan kalkar, Allah’a olan yabancılık gider, O’nun gönülde misafir olacağı bir hal meydana gelir:
 “Yağma edersin varlığın
Gider gönlünden darlığın
Mahfeyle sen ağyarlığın
Yâr oliser mihman sana” (s.27)

Allah yolunun yolcusu tevazu ile secde edip yüzünü toprağa sürer, aşk derdiyle yüreği yanarsa, kalp sarayını kirletmezse Allah (C.C.) onun misafiri olacaktır bir gün:
 “ Yüzün Niyazî eyle hâk (toprak)
Derd ile bağrın eyle çâk (çatlak)
Kalbin sarayın eyle pâk
Şayet gele Sultan sana.” (s.29)
Maddi ve manevi duyu organlarını fani güzelliklere kapatırsa gönülde Allah’a müteveccihen kapılar açılacaktır:
 “Göz, kulak, dil kapıların bağla muhkem bir zaman
Ola kim Hak’dan yana gönlünden ola feth-u bâb.” (s.53)
 “Derd-i Hakk’a talib ol dermana erem dersen …
Canından ümidin kes canana erem dersen …
Yüzün yere sür hâk et ummâna erem dersen …
Yusuf gibi mahbup ol Kenan’a erem dersen
Terk et kuru davayı hem ucb ile riyayı
Mısrî ko o sevdayı Sübhân’a erem dersen”(s.189)
Dünyayı, dünya içindeki fani sevgilileri terk edip “fakr” yolunu seçerek her yeri kuşatan İlahi aşkı aramayanın işi zordur:
“Can bu ilden göçmeden Cânânı bulmazsa ne güç!
Yârini terk etmeden Yârânı bulmazsa ne güç!
Âdemin gönlü evinde bahr-i umman gizlidir
Daima susuz gezip ummanı bulmazsa ne güç!
Fakr-ı fahrî devletine erişen sultân olur
Fahr-i tâmme erişip Sultanı bulmazsa ne güç!” (s.55,56)
Allah kendisini sevenlere büyük bir makam vermiştir ve onların sevgilerinin artması içindeki makamları da yüksek olacaktır:
“Bir mülke malik eylemiş uşşakını ol padişah /
Mülk-i Süleyman onun yanında bir viranesi” (s.104)
 “Âşıkın Maşuk yolunda derdi artıkça müdâm (sürekli)
Artar onun dem-bedem akranı içinde pâyesi” (s.94)
Allah aşkını bulan aşığa başka sevdalar gerekmez:
“Sana âşık olan diller niderle huri gılmanı
Cemalin seyreden gözler niderler bağı rıdvanı
Şarab-ı aşk ile sekrân olup her birisi mestânı
Visalin gülüne hayran olan neyler gülistânı” (s.108)
Buraya kadar zikrettiğimiz manalarla birlikte ihlas, sadakat ve tevazu düsturlarına bir kez de Yunus Emre üslubuyla temas edilir:
Niyazî Mısrî aşığın benliğini terk etmesi gerektiğini ve tevazu sahibi olması gerektiğini yukarıdaki beyitlerinde temas etmiştir. Aşağıdaki mısralarda ise Yunus Emre üslubuyla yine ihlâs ve sadakata, tevazuya, benliğin terk edilmesi gereğine vurgu yapar:
Derviş olan âşık gerek, yoluna hem sadık gerek
Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek
Alçaktan alçak yürüye, toprak içinde çürüye
Aşk ateşinde eriye, altın gibi sızmak gerek (…)
Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek (s.121,122)
“Taatın ihlasa ermez ilim ile amâl ile
 İzzeti ko zilleti tut oldur onun mâyesi” (s.94)
“Yüzünü yerler gibi ayaklar altına ko kim
Hak teâlâ başlar üzre asumân etsin seni” (s.102)
“Zühdünü ko aşka düş ehl-i cenân (kalp) etsin seni
Pîr-i aşka kulluk et canana can etsin seni” (s.101)
Allah Dostu Mısrî Allah’tan her daim İlahi aşkı ister, o aşkla sermest yaşamayı diler. Bu küçük araştırmaya onun bu yöndeki duasıyla son verelim:
 “Padişahâ aşkını hemhâne kıl / Masiva-yı aşkını bigâne kıl
Zikr-i fikrinle beni pürnûr edip / Mest-i medhûş eyleyip pervâne kıl
Benliğimdir senden ayıran beni / Varlığım şehrini yık virâne kıl
Mürg-i ruhun meylini kes gayriden / Şol cemâlin şem’ine pervâne kıl
Gönlümü mir’at-ı vech-i zât edip / Ol tecelliyle beni mestâne kıl
Cezb-i feyzin şarabın doldurup / Bu Niyazî bendeni meyhâne kıl” (s.127)


[1] Mısrî Niyazî Divanı Şerhi, Seyyid Muhammed Nur, Hazırlayan: Mahmut Sadettin Bilginer, Esma Yayınları, İstanbul 1982
[2] Mısrî’ye göre seyr-i süluk meşrepleri içinde “neş’e” zirvedir ve o da ancak aşkla mümkündür.(s.19)