1617 Yılında Malatya’nın Soğanlı kasabasında doğan Mehmed Niyazî Hazretleri Mısır’da ilim tahsil ettiği için Mısrî lakabıyla anılmaktadır. Kendisi Elmalı’da Halvetî Ümmî Sinan’a intisab etmiş ve ondan icazet almış olan bir kalb ehlidir. İkisi Limni Adası olmak üzere dört kere sürgüne gönderilmiştir. 1694 yılında vefat etmiş olan Mısrî’nin Divan-ı İlahiyat[1], Meva’id-ul İrfan, Fatiha Tefsiri, Esma-i Hüsna Şerhi gibi kitaplar kaleme almıştır. Bu makalede onun divanında yer alan Allah aşkı ile mısraları incelenmeye çalışılacaktır.
Niyazî Mısrî’nin divanı Allah aşkı temalı bir şiirle başlar. Mısrî bu şiirinde “Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktidâ” diyerek aşk yoluna girmenin gereğine[2] vurgu yapar. “Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüdâ” “Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al / Aşkını eyle iki âlemde bana aşinâ” mısralarıyla Allah’a aşkını lütfetmesi için yalvarır. Şiirin son beytinde nefsine seslenerek aşkın yol göstericiliğine dikkat çeker:
“Ey Niyazî mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiyâ ve evliyâya aşk oluptur rehnümâ (klavuz)…” (s.17)
Divanın son şiirlerinde birisinde de aşk yolunun Allah’a ulaştırdığına dikkat çelmiştir Hazreti Mısrî:
“Vasl-ı Hak olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayriden gönlünü kes” (s.242)
Nurlardan öğrendiğimiz kadarıyla biliyoruz ki insanlığın en duru ve saf sevinci Allah aşkı içinde yer alan ruhânî lezzettir. Mevlana, Molla Câmî gibi aşk ehli de melekût âlemine açılan havassı (duyguları) ile bu ruhânî lezzetleri duyup yaşamış aşk kahramanlarıdır. Şiirlerinden anlaşıldığı üzere Niyazî Mısrî de bu aşk kahramanlarından birisidir.
Mısrî fani güzelliklere meftun olanlarla değil Cenab-ı Hakk’ın Cemâl tecellilerine mazhar olanlarla haldaş ve duygudaş olduğunu belirtir:
“Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz
Vech-i Bâkî hüsnüne hayran olan anlar bizi.” (s.88)
Ona göre ölümden kurtulup beka bulmak isteyen aşk yolunu seçmelidir ve gönlünü aşk ateşiyle yakmalıdır:
“Ger ölümden kurtulam dersen yürü var âşık ol
Döne döne aşk oduyla cism-ü cânı kıl kebap.” (53)
Varlık kâinatta içkin olan soyut güzelliğin yani Mutlak Cemâl ve hüsnün etrafında dönmektedir. Bu öyle bir güzelliktir ki ay ve güneş dahil olmak üzere yüz binlerce divane aşık onun etrafında pervane gibi dönmektedirler:
“Bir yüze dûş oldu (rastladı) gözüm yüz bin gezer divânesi
Olmuş cemâl-i şem’inin ay ile gün pervânesi.”
Mevlânâ’da gördüğümüz ve ölümün şeb-i arus olarak kabul edildiği telakki tarzı Mısrî’nin şiirlerinde de mevcuttur. O da ölümü “yâr ile halvet” olarak nitelendirir. Ona göre ölüm insanın fani varlıklar ile bağını kesen, suretleri ortadan kaldırıp manayı ortaya çıkaran; bunun yüzünden de Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede ile baş başa bırakan bir haldir (halvet):
“Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
Kamu ağyar gider elhamdülillah (…)
Göründü mana yüzünden cemâli
Bozuldu hep suver elhamdülillah”
Ölüm dünyadan bir ayrılmadır fakat aynı zamanda Allah ile visale vesiledir:
“Ne gam giderse dünyadan Niyazî
Visaline erer elhamdülillah” (s.84,85)
Bütün tasavvufi eserlerde anıldığı üzere aşk insan bedeni üzerinde zayıflatıcı tesirde bulunur fakat ruh ve vicdanın tekamülüne ve genişlemesine vesile olur. Mısrî’ye göre aşk uğradığı yerdeki yapıları yerle bir eder:
“Her kimin şehrine uğradıysa aşkın askeri
Hep imârâtın anın bir demde virân eyledi.” (s.89)
Aşığın şarabı kanayan kalpten akan kandır:
“Hiç yürek kanından özge aşığa yoktur şarab.” (53)
Aşk ateşi âşıkların beden ve benliklerini yakar, kül edip savurur:
“Aşk odu şöyle yakıptır cism-ü cânın anların
Kül edip savurdular cümle vücud harmânını.” (s.109)
Temel eserlerden öğrendiğimiz üzere ene (benlik) insanoğluna kıyas yapıp haddini bilmesi için verilmiş bir emanettir. İnsan yapacağı kıyasla kâinatı, dünya ve içindekileri yaratıp düzene koyan onları her daim canlı tutan ilmi, kudreti, rahmeti, malikiyeti sonsuz Allah (C.C.) karşısında kendi “ene”sinin hiç derecesinde bir varlığa sahip olduğunu anlar. Mevlana gibi aşk yolunda giden Allah dostları benliklerini terk etme ameliyesini aşk vasıtasıyla gerçekleştirirler. Kalplerini Mahbub-u Hakiki Allah’ın aşkıyla doldurup hem benlik sevdasından hem de mecazi sevgililerin sevdasından vazgeçerler. Mısrî’nin mısralarında bu manalar şöyle dillendirilir:
“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı.” (s.105)
Ot ve dikene benzeyen enaniyet, aşk ateşi ile yakılınca ruhun tenezzühü için geniş bir meydan açılır:
“Hâr (diken)-u hâşâk (ot)-i enaniyet yanalı aşk ile
Arş-ı kürsîden geniş açıldı meydanım benim.” (s.141)
Varlık terk edilince vicdan daralması ortadan kalkar, Allah’a olan yabancılık gider, O’nun gönülde misafir olacağı bir hal meydana gelir:
“Yağma edersin varlığın
Gider gönlünden darlığın
Mahfeyle sen ağyarlığın
Yâr oliser mihman sana” (s.27)
Allah yolunun yolcusu tevazu ile secde edip yüzünü toprağa sürer, aşk derdiyle yüreği yanarsa, kalp sarayını kirletmezse Allah (C.C.) onun misafiri olacaktır bir gün:
“ Yüzün Niyazî eyle hâk (toprak)
Derd ile bağrın eyle çâk (çatlak)
Kalbin sarayın eyle pâk
Şayet gele Sultan sana.” (s.29)
Maddi ve manevi duyu organlarını fani güzelliklere kapatırsa gönülde Allah’a müteveccihen kapılar açılacaktır:
“Göz, kulak, dil kapıların bağla muhkem bir zaman
Ola kim Hak’dan yana gönlünden ola feth-u bâb.” (s.53)
“Derd-i Hakk’a talib ol dermana erem dersen …
Canından ümidin kes canana erem dersen …
Yüzün yere sür hâk et ummâna erem dersen …
Yusuf gibi mahbup ol Kenan’a erem dersen
Terk et kuru davayı hem ucb ile riyayı
Mısrî ko o sevdayı Sübhân’a erem dersen”(s.189)
Dünyayı, dünya içindeki fani sevgilileri terk edip “fakr” yolunu seçerek her yeri kuşatan İlahi aşkı aramayanın işi zordur:
“Can bu ilden göçmeden Cânânı bulmazsa ne güç!
Yârini terk etmeden Yârânı bulmazsa ne güç!
Âdemin gönlü evinde bahr-i umman gizlidir
Daima susuz gezip ummanı bulmazsa ne güç!
Fakr-ı fahrî devletine erişen sultân olur
Fahr-i tâmme erişip Sultanı bulmazsa ne güç!” (s.55,56)
Allah kendisini sevenlere büyük bir makam vermiştir ve onların sevgilerinin artması içindeki makamları da yüksek olacaktır:
“Bir mülke malik eylemiş uşşakını ol padişah /
Mülk-i Süleyman onun yanında bir viranesi” (s.104)
“Âşıkın Maşuk yolunda derdi artıkça müdâm (sürekli)
Artar onun dem-bedem akranı içinde pâyesi” (s.94)
Allah aşkını bulan aşığa başka sevdalar gerekmez:
“Sana âşık olan diller niderle huri gılmanı
Cemalin seyreden gözler niderler bağı rıdvanı
Şarab-ı aşk ile sekrân olup her birisi mestânı
Visalin gülüne hayran olan neyler gülistânı” (s.108)
Buraya kadar zikrettiğimiz manalarla birlikte ihlas, sadakat ve tevazu düsturlarına bir kez de Yunus Emre üslubuyla temas edilir:
Niyazî Mısrî aşığın benliğini terk etmesi gerektiğini ve tevazu sahibi olması gerektiğini yukarıdaki beyitlerinde temas etmiştir. Aşağıdaki mısralarda ise Yunus Emre üslubuyla yine ihlâs ve sadakata, tevazuya, benliğin terk edilmesi gereğine vurgu yapar:
Derviş olan âşık gerek, yoluna hem sadık gerek
Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek
Alçaktan alçak yürüye, toprak içinde çürüye
Aşk ateşinde eriye, altın gibi sızmak gerek (…)
Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek (s.121,122)
“Taatın ihlasa ermez ilim ile amâl ile
İzzeti ko zilleti tut oldur onun mâyesi” (s.94)
“Yüzünü yerler gibi ayaklar altına ko kim
Hak teâlâ başlar üzre asumân etsin seni” (s.102)
“Zühdünü ko aşka düş ehl-i cenân (kalp) etsin seni
Pîr-i aşka kulluk et canana can etsin seni” (s.101)
Allah Dostu Mısrî Allah’tan her daim İlahi aşkı ister, o aşkla sermest yaşamayı diler. Bu küçük araştırmaya onun bu yöndeki duasıyla son verelim:
“Padişahâ aşkını hemhâne kıl / Masiva-yı aşkını bigâne kıl
Zikr-i fikrinle beni pürnûr edip / Mest-i medhûş eyleyip pervâne kıl
Benliğimdir senden ayıran beni / Varlığım şehrini yık virâne kıl
Mürg-i ruhun meylini kes gayriden / Şol cemâlin şem’ine pervâne kıl
Gönlümü mir’at-ı vech-i zât edip / Ol tecelliyle beni mestâne kıl
Cezb-i feyzin şarabın doldurup / Bu Niyazî bendeni meyhâne kıl” (s.127)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder