20 Ocak 2011 Perşembe

ROMAN NEDİR?




TARİHÇE
Edebiyatı genel olarak şiir, tahkiye ve fikir yazıları olarak üç türe ayıracak olursak roman, bunların içinde şimdilerde anlatı denilen tahkiye türü içinde yer almaktadır. Masal, hikâye, mesnevî, fabl da tahkiyeye dayalı diğer türlerdir. Romanı bunlardan ayıran özelliğine gelince, ancak 18 ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkmasından kaynaklanan yeniliği ve toplumdan-tabiattan çok ferdin iç dünyasının tasvirine dayanma özelliğidir. Destanın modern bir biçimi olarak adlandırılsa da, kaynak olarak masallardan, eski doğu hikâyelerinden yararlansa da roman modern bir türdür ve ilk olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştır. 16. Yüzyılda Latinceye karşılık bozulmuş bir halk dili manasında Romalı dili (lingua romana) ve bu dilde hikâye anlatılan eserlere Romans denilmekteydi. Romanın etimolojik olarak bu kelimeye dayandığı kabul edilmektedir.
Şükrü Karaca, romanın modern felsefenin bir ürünü olduğunu anlatır. Romanın altın çağını yaşadığı 19. Yüzyılın pozitivizmin hâkimiyetinin zirvede olduğu, dini hakikatin, metafiziğin ve hikmetin geri çekildiği bir zaman dilimi olduğundan hareketle kutsal metinler ve onlardan beslenen kıssa, mesnevi, destan, masal ve mitoloji gibi türlerin yerine romanın oturduğunu anlatır. Aynı vetirenin bizde Tanzimat’la birlikte yaşandığını anlatır. Berna Moran da aynı düşüncededir: “…roman 19. yüzyılın sonlarına kadar burjuva sınıfının özlemlerini, kaygılarını, umutlarını savunduğu ahlakı ve değerleri dile getiren bir edebiyat türü olarak devam etti. Bize ise roman, özümseyemediğimiz Batı hayat tarzının bir parçası olarak geldi.”
Edebiyat dünyasında ilk romanın Avrupa’da 1605 tarihli basımları okunan İspanyol Cervantes’in Don Quijote’u olduğu kabul edilmektedir. Milan Kundera’ya göre romancılar
Cervantes zamanında serüvenin mahiyetini sorgulamış,
Balzac’la insanın tarihle olan derin bağlarını keşfetmiş,
Flaubert’la günlük hayatın o güne kadar bilinmeyen yönlerini araştırmış,
Tolstoy’la insanın karar ve davranışlarında akıldışının tesirini araştırmış,
Marcel Proust’la yakalanamayan geçmiş zamanı,
James Joyce’la yakalanamayan şimdiki anı,
Thomas Mann’la uzak çağlardan günümüze gelen mitlerin hayatı yönlendiren rolünü araştırmışlardır.
Günümüze gelindiğinde romanın çok popüler hale geldiği ve hemen hemen her temayı, çok farklı tekniklerle ele alan bir tür olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Bu konuda çok farklı sınıflandırmalar yapmak mümkündür. Yazıldığı dönem, hitap ettiği yaş grubu, tekniği ve temalarına göre birçok roman türü bulunmaktadır. Modern, post modern olduğu gibi, felsefi, tarihi, fantastik roman da vardır. Biyografik roman, köy romanı olarak adlandırma yapılabileceği gibi kısa roman, çocuk romanı, tezli roman, şuur akışı romanı, psikolojik roman olarak da sınıflara ayırma yapılabilmektedir.

ROMANIN YAPISI
Biyografi gibi gerçek hayata uygun yönler taşıyanları varsa da, her şeyden önce roman fiktif/kurmaca bir eserdir. Akşit Göktürk’e göre bütün metinler gerçek hayatla doğrudan alakalı olanlar ve olmayanlar (pragmatik-fiktif) olarak ikiye ayrılabilir. Birinci tür metinlerde durumun tasviri öne çıkar, diğerlerinde yazan ile okuyan arasında metinin hayalî olduğuna dayalı gizli bir anlaşma vardır. Birinci türün hayatın gerçeklerine uyması beklenirken ikinci tür metinin kendi içinde tutarlı olması beklenmektedir. Romanda da durum böyle olmasına rağmen okuyucu romana bilgi kaynağı olarak başvurabilmekte, belki de farkına varmadan empoze edilen bilgi ve dünya görüşünü kabullenebilmektedir. Bu özelliklerinden dolayı bir araştırmacı romanı bir sihirbazlık olarak niteler: Roman adeta bir illüzyondur, gerçeği çok boyutlu olarak gösteren, değiştiren, okuru kendi içine hapseden bir illüzyon…  Umberto Eco aynı konuya parmak basmıştır: “Tahkiye eserde kural şudur: Okur ile yazar arasında sessiz bir kurmaca anlaşması vardır. Okur kendisine anlatılanın hayal ürünü bir hikâye olduğunu bilmeli fakat bu yazarın söylediğini düşünmesini gerektirmez. Yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar, okur da onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranır.” Buna rağmen okur roman karakterleriyle özdeşleşmekten kaçınmaz. Onlarla birlikte sevinir, üzülür, onlar gibi düşünür hatta inanabilir. Forster’in deyişiyle roman yazarının bazı gerçekleri değiştirdiği, bozduğu, yumuşattığı, sakladığı ve abarttığı da bir vakıadır.

YAZARIN NİYETİ/TEZİ
Her davranışın altında insanın bir niyeti olduğu gibi her edebi eserde de niyet aranmalıdır. Her yazar mutlaka bir niyetle yola çıkar. İster mutlu olmak, ister sevilip beğenilmek gibi psikolojik sebepler, ister kendi düşüncesini yaymak gibi ideolojik sebeplerle olsun her yazar yazma denilen zor işin altına girer. Kendine göre mutlaka bir gerekçesi vardır onun. Yazar demek istediklerini eksiksiz ve yanlışsız verebilmek için gerekli vasıtaları arar. Kendisine bir hadiseler zinciri, bu hadiseleri yaşayacak olan kişiler ve bu hadiselerin geçtiği zamanı ve mekânı seçer. Bunların bir araya gelmesiyle romanın konusu belirlenir. Yazar söylemek istediklerini söyleyebilecek bir karakter seçer. Bu başkarakter olabileceği gibi başka ikinci bir karakter de seçilmiş olabilir. Her roman genellikle eleştirmenler tarafından otobiyografik kabul edilmiştir, çünkü her yazar ancak kendi hayat tecrübesinden yola çıkarak metin üretebilir. Huzur romanındaki başkarakterlerden Mümtaz’ın hep Ahmet Hamdi Tanpınar olduğu söylenir eleştirmenlerce. Bilinçli bir roman okuyucusu yazarın niyetini keşfedip, onun ideolojik propagandasına aldanmamak olmalıdır.
Fakat her roman okuru yazarın gizli niyetini anlayamaz. Sadece roman kendi içinde tutarlı mı değil mi seviyesinden öteye geçemez. Roman için de aynı soruyu sorabiliriz. Niçin roman okunmakta ve yazılmaktadır? Umberto Eco’ya göre insanoğlu fiktif/kurmaca eserlerde hayata mânâ kazandıracak formülü aramaktadır. İnsan hayatı boyunca neden dünyaya geldiğini ve yaşadığını söyleyecek bir ilk hikâye arayışı içindedir. Bazen kâinatın, bazen de kendi ferdî hikâyesini aramaktadır insan. Bazen de bu iki hikâyeyi mezcetmeyi ümid eder. Yine O’na göre nasıl ki çocuklar oyun oynayarak taklit vasıtasıyla hayatı öğreniyorsa yetişkinler de günün ve geçmişin tecrübelerine bir mânâ verme kabiliyetini kazanmaktadırlar. Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki günümüzde romana geçmiş dönemlere göre daha değişik fonksiyonlar yüklenmektedir. Hatta kutsal kitapların, felsefenin, yeri geldiğinde psikolojinin fonksiyonları…

KARAKTER
Eserde yer alan hayâlî kişiye karakter diyoruz. Her yazar karakterini kendi dünya görüşüne ve hayat anlayışına göre bir takım sosyal, kültürel ve psikolojik özelliklerle donatır. Durali Yılmaz’a göre, romancının yaptığı insanın iç dünyasını gözler önüne sererek, insana dair duyguları ete kemiğe bürünmüş birer kahraman olarak okurun karşısına dikmektir. Her insanda bulunması muhtemel duyguları müşahhas hale getirmektir. Foster’a göre romancı ile malzemesi arasında çok yakın alaka mevcuttur. O, aşağı yukarı kendini anlatan bir takım söz öbeği uydurur. Bunlara kadın-erkek isimleri verir, gerçeğe benzer davranış biçimleri yakıştırır, onları diyaloglarla konuşturur. Tutarlı davranmalarını sağlar. İşte bu söz öbekleri yazarın karakterleridir ve bu kişilerin temel vasıfları onun kendisi ve diğer insanlar hakkındaki sahip olduğu bilgilerle sınırlıdır.
Karakter ortaya çıkarmanın ilk yolu isimlendirmektir. Gerçek hayatta karakterler tasviri belirlerken, romanda hayale dayalı tasvir karakteri ortaya çıkarır.
Romanda başkarakterin görevi hadiseyi sürüklemektir. O roman boyunca belli gayeye ulaşmak veya bir ideali gerçekleştirmek ister. Bir de zıt kahraman vardır ki genellikle yazarlar başkarakter ile zıddı arasında bir gerilim kurup, çatışma duygusunu harekete geçirmek isterler. Çatışma kişiler arasında olabileceği, karakterin kendi iç dünyasında da kurulabilir. Çatışmayı doğuracak sebepler arasında sistem, dünyanın gidişatı da seçilebilir.
Romanlarda kişilik yapısı değişen ve değişmeyen karakterler olduğu gibi, başkarakterin çevresinde yardımcı rolde olanlar da olabilir.
Karakterlerin herkes tarafından kabul edilmiş belli isim ve özellikleri olanlarına tip adı verilir. Donkişot, Raskolnikof, Karamazov belirli roman tipleridir. Bazı yazarlara göre ise de her karakter aynı zamanda bir tip manasında ele alınması gerektiğini ileri sürerler.

ZAMAN
Romanda zaman gerçek hayatta olduğu gibi kesintisiz olarak verilemez. Ancak anlatmaya değer zaman dilimleri seçilir ve anlatılır. Yazar, olayı anlatıcıya geriye dönüşler, ileri fırlayışlar yaptırabilir. Aynı zaman dilimini değişik gözlerden tekrarlattırabilir. Özellikle geriye dönüşlerin gerilim meydana getirmede önemli olduğu tespit edilmiştir. Okuyucu karakterin daha önceki yaşantıları hakkında da bilgi sahibi olur.
Seçilen zaman kipinden anlatıcının hadiseye yakınlığı da ölçülebilir. Gitmiştim, gidiyordum, gidiyorum örneklerinde olduğu gibi.
Romanda hadisenin süresi daraltılıp genişletilebilir. Bazen yazar özet yapmakla yetinebildiği gibi bazen en ince ayrıntıya kadar girip kısa bir süreyi uzun anlatabilir.
Yazarın düşüncelerini aktardığı ya da tasvirlerine yer verilen bölümlerde zamanda duraklama meydana gelir. Bir olay veya konuşmanın tamamı yerine bir özeti verilebilir. Bazen de ertesi gün, aylar sonra, ertesi hafta gibi geçişlerle zamanda atlama yapılıp olaylar hızlandırılabilir. Tekdüzeliği aşmada zamanın büzülüp genişlemesi ustaca kullanılabilir.

MEKÂN
Romanda karakterlerin yaşadığı yerler mekân olarak adlandırılır. Atmosfer meydana getirmede, toplumu aksettirmede, gerçeklik hissini uyarmada mekânın rolü büyüktür. Mekânın bir toplumun, bir dönemin yaşayış tarzı ve alışkanlıkları aksettirilebilir. Mesela bir kişinin evini anlatırken onun karakterini de anlatmayı başarabilirsiniz. Deniz kır gibi açık mekânlar kullanılabileceği gibi hastane, konak gibi kapalı mekânlar da kullanılabilir. Mekân kişilerden kopuk olmamalıdır, hadise ve karakterlerle bütünlemiş olmalıdır. Bir roman tekniği olarak çevrenin tasvir edilmesinden kişilerin içinde bulunduğu psikolojik duruma işaret etmek gayesi güdülür. Sinemada film başlanıcındaki müziğin fonksiyonu ile eşdeğer olduğu söylenir. Kişilerin ve eşyaların yerleştirilmeleri, birbirlerine göre pozisyonları uzam olarak adlandırılmıştır.

TASVİR
Tasvir, somutlaştırmak, hissedilir ve görünür hale getirmenin diğer bir adıdır. Kişiler, eşya ve tabiat tasvir ile okuyucunun hayalinde net imajlar uyaracak şekilde ayrıntılandırılarak anlatılır. Kişiler genellikle üç türlü tasvir edilir. Fiziki görünüşü ile içinde bulunduğu toplum içindeki yerine göre ve iç dünyasına inilerek yapılan psikolojik tasvir. Psikolojik tasvirin eskiye göre önemi daha da artmıştır. Tasvirde uzaktan başlayıp yakına doğru gitmek mümkündür. Çağrışım gücü olan kelimeler seçilmelidir. Sıfat ve zarfların çok kullandığı kısımlardır. Çok da aşırı kullanılmamalıdır. Tasvirde eşyalara şahsiyet giydirmenin faydası çoktur. Yapılan tasvirlerin sıkıcı olmaması için herkesin bildiği şeyleri tekrarlamaktan kaçınılmalıdır. Eşya ve kişilere değişik açılardan bakmaya çalışılmalıdır. Tasvir konusunda romancı karikatüriste benzer. İnsanların çarpıcı özellikleri tespit edilerek bunlar kelimelere çevrilir.
Tasvirle romanın ilerleyen sayfalarında geçebilecek bazı olaylar sezdirilebilir, geçmişteki olayların hatırlanması sağlanabilir. Okuyucuda estetik bir haz uyarabilmek için şiiriyet taşıyan tasvirler yapılabilir. Okurda değişik ruh halleri uyarılabilir.
İyi bir tasvir bütün duygular hesaba katılarak yapılabilir. Bir ormanı sadece görmeyiz, onun içindeki uğultuları duyabilir, kokusunu alabilir, ona mehip ve ulu bir şahsiyet giydirebiliriz. Tasvirle unutulmaz karakterler meydana getirebiliriz.
Aslında zaman, mekân, karakter ve tasvir unsurları birbiriyle ayrılamaz şeylerdir. Bu dört unsurun her birinin başarısı aynı zamanda diğer üç unsurun da başarısına ve onların birlikte kullanılışına bağlıdır. Bunların bir terkibidir. Bu yüzden zor bir sanat dalı olup, hayal gücü, teknik bilgisi, kelime kullanışı gibi kabiliyetler gerektiren bir yapıdadır.

OLAY ÖRGÜSÜ
Hadisenin belli bir düzen içinde okura aktarılmasına, tahkiye şekline olay örgüsü denir. Makul bir olay örgüsünde hadiseler birbirine belli sebepler zinciriyle bağlanmış olmalıdır. Forster bunu anlatmak için; “kral öldü, kraliçe öldü” derseniz masal olur. Ama “kral öldü, kederinden kraliçe de öldü” derseniz bu olay örgüsü olur, der.
Geleneksel romanda giriş-izah bölümüyle başlar. Burada olayın geçtiği yer anlatılır ve karakterler tanıtılır. Burada bir gerilim başlatılır. Gerilim, neticeyi etkileyecek bir düğüm noktasına ulaştırılır. Bundan sonra olaylar yavaş yavaş çözülmeye başlar ve hareket yavaşlar. Günümüzde bu klasik sırlamadan geri dönüş, mektup gibi değişik birçok metod geliştirilmiştir.
Romanda anlatılan hadise insanların merak duygusuna, olayın örgülenmesi ise zekâya seslenir.
Olay örgüsünün en önemli prensibi mantık kuralları içinde olayların birbirine bağlanması gereğidir.

KAYNAKLAR
Mutluay, Rauf. 100 Soruda Edebiyat Bilgileri, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1979
Wellek, R. Warren, A., Yazın Kuramı, Çevirenler: Yurdanur Salman-Suat Karantay, Adam Yayınları, İstanbul 2001
 Naci, Fethi. Yüz Yılın 1000 Romanı, Adam Yayınları, İstanbul 2000
Hece Dergisi Türk Romanı Özel Sayısı, Mayıs Haziran Temmuz 2002
Karaca, Şükrü. “1970’ten Günümüze Roman”, Türk Edebiyatı, sayı:401, Mart 2007
Moran, Berna. Edebiyat Üzerine Makaleler Röportajlar, İletişim Yayınevi, İstanbul, 2004



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder